Submitted by halukgoksel on Wed 22/11/2023 - 14:01

Yayın Tarihi

Bir Arada Olmaya İhtiyacımız Var

Yazar: Gülay Yeniay Bulut

İki ay kadar önce bir akşam, ilk mezunlarımdan Meliha aradı. Meliha da bir öğretmen şimdi; bir lisede matematik öğretmeni. Dedi ki, bugün yanımdaydınız öğretmenim. Ben yine 2.sınıftaydım, siz de yanımdaydınız. Bilirsiniz, bazı işaret ve sembollerin akılda kalmasını kolaylaştırıcı yöntemlerden yararlanırız. Matematikte büyük ve küçük sembollerini anlatırken, sembolün tam köşesine bir çember çizerim. İçine de göz. Böylece bir ördek olur. Obur ördek. Obur ördek, daima büyük olanı yer. Yani, büyük olan sayıya doğru açar ağzını. Dedi ki Meliha, bu konuyu her anlattığında aklına obur ördek gelirmiş ama öğrencileri büyük olduğu için, kullanmazmış. Bu yıl özel bir öğrencisi olmuş. Özel öğrenme güçlüğü olan bir genç. Ve o gün, büyük/küçük sembollerinin anlamını obur ördek yardımıyla anlatmış öğrencisine. Birlikte gülmüşler. Boğazım düğümlendi öğretmenim dedi. Sizi yanımda hissettim…

Meliha bunu anlatırken ve benim de boğazım düğümlenmişken; Daniel Pennac’ın Okul Sıkıntısı kitabındaki cümle geldi yine aklıma. Diyordu ki:

“Sınıfımda ne kadar mutlu saatler geçirdiğini söyleyen eski bir öğrencimle karşılaştığımda, kendi kendime, karşı kaldırımda da hayatını kararttığım bir başkası dolaşıyor olabilir mi diye düşünürüm.”

O duygusal konuşma sırasında bu cümlenin tekrar zihnimde belirmesinin nedeni, tam da o sıralarda tamamladığımız Eylem Araştırmacı Öğretmen Programı (EYAR) idi. Bir yandan alt üst olduğum, bir yandan da güçlenip beslendiğim EYAR süreci… Burada büyük bir parantez açıp, dilimin döndüğünce Öğretmen Ağı’nı ve EYAR’ı anlatmak istiyorum.

Ağ ile, kendimi çok ama çok yalnız hissettiğim bir dönemde, Mülteci Öğrencim Var Deneyim Paylaşımı’nda tanıştım. Mülteci öğrencilerim vardı. Ve onlarla ilgili pek çok farklı yaklaşım. Olumsuzdan olumluya, geniş bir yelpaze. Olumsuz olanları dile getirmek istemiyorum. Olumluların ise, en iyisi bile “Onlar da çocuk”tan öteye gitmiyordu ve genellikle “merhamet” temeline oturuyordu. Bir şeyler yanlıştı. Ama tam olarak adlandıramıyordum. Sadece mutsuz, huzursuz ve yalnız hissediyordum. Böyle bir zamanda gördüm deneyim paylaşımı duyurusunu ve gitmeye karar verdim. İstanbul Bilgi Üniversitesi Sosyoloji ve Eğitim Çalışmaları Merkezi (SEÇBİR)’den Kenan Çayır ve Müge Ayan, Eğitim Reformu Girişimi (ERG)’den Umay Aktaş ile o akşam tanıştım. Konuştuk, paylaştık. Ne çok yöntem ve ne çok deneyim vardı.

Çıktığımda yalnız hissetmiyordum artık. Ve zihnimde bir şeyleri yapılandırmaya başlamıştım. Anahtar kavram, “Hak temelli yaklaşım”dı elbette. “Onlar da çocuk” derken beni rahatsız edenin, o “da” olduğunu fark etmiştim. Ve ne yazık ki bildiğimi sandığım ama aslında içselleştirmediğimi o akşam fark ettiğim hak temelli yaklaşım, bundan sonraki adımlarımın temeli olacaktı.

O akşamdan sonra, Ağ’ın bir parçası oldum. Bizler emek yoğun ve aynı zamanda duygu yoğun bir iş yapıyoruz. Ve çoğunlukla yalnız hissediyoruz. Bilişsel olarak beslenmeye, güncellenmeye ne kadar ihtiyacımız varsa, duygusal olarak beslenmeye de bir o kadar ihtiyacımız var. Bütün etiketlerden, önyargılardan, kalıplardan, hiyerarşiden azade, bir arada olmaya ihtiyacımız var. Öğretmen Ağı’nın bendeki karşılığı, tam olarak bu.

Ağ’da pek çok atölyeye, çalışmaya katıldım. Bunların sonuncusu, Eylem Araştırmacı Öğretmen Programı (EYAR) idi. Fiziksel, duygusal ve zihinsel olarak yoran, alt üst eden, bütün bir meslek hayatını sorgulamama yol açan ama aynı zamanda güçlendiren, besleyen; bittiğinde (Aslında bitti diyemem, hâlâ devam ediyorum program süresince yaptığımız bazı rutinlere) artık duygu ve düşüncelerimi daha sağlam bir zemine oturtmamı sağlayan bir süreçti EYAR.

EYAR’da biz neler yaptık? Farklı branş ve kademelerden bir grup öğretmendik. Başlangıç noktamız, sınıflarımızdaki kapsanmadığını düşündüğümüz öğrencilerimizdi. Bu öğrencilerimizi gözlemleyecek, onlarla ilgili stratejiler geliştirecektik. Pek çok kez bir araya geldik. SEÇBİR’den Kenan Çayır ve Melisa Soran ile temel sosyolojik kavramları, kuramları gözden geçirdik önce. Burada, saha ile akademinin bir araya gelmesinin ne kadar önemli olduğunu söylemek isterim. Ve farklı disiplinler ile işbirliği yapmanın… Mesleki açıdan, buna çok ihtiyaç duyduğumu fark ettim. İlk oturumlarda ayrımcılık, kapsayıcılık, haklar ile ilgili bildiklerimizi, bilmediklerimizi, bildiğimizi zannettiklerimizi gördük, adlandırdık.

Ve sonra saha aşaması geldi. Günlük tutacak ve her gün şu üç sorunun cevabını arayacaktık: Bugün, kapsayıcı eğitime dair okulda neler yaşadım ve kendime dair neleri fark ettim, hangi olay/durum bunu fark etmemi sağladı? Başlangıçta, kapsanmadığını düşündüğüm öğrencimi gözlemleyeceğimi, notlarımı ona göre alacağımı sanıyordum. Fakat süreç, kendi kendimi izlediğim, gözlediğim ve ne yazık ki kapsanmadığını düşündüğüm öğrencilerimle ilgili kendimi mazur görecek bir mazeret bulamadığım bir hâl aldı. Bazı geceler yazmak, acı verdi.

Çünkü evet; birçok bileşen olsa bile, sınıf ortamında her öğrencinin kendini ait, güvende ve yetkin hissetmesi için gerekli koşulların hazırlanması benim sorumluluğumdu. Özne bendim. Ve ben, bugüne kadar kendini kapsayıcı zanneden, hiçbir şey olmasa bile “iyi niyetli” olarak tanımlayan ben, o kadar da kapsayıcı değildim.

Sınıfımdaki iki mülteci öğrencimin örneğin; velileri whatsapp veli grubunda yoklardı. Ve ben bunu, o güne kadar hiç sorgulamamıştım. Türkçe bilmiyor oluşları, kendimi kendime aklamak için sığındığım ilk mazeretti ama elbette bir geçerliliği yoktu. Çünkü her bir velinin okulla ilgili durumlardan haberdar olmasını sağlamak, benim sorumluluğumdu. İyi niyete gelince; eğitimle ilgili eylemlerde elbette niyetin de bir geçerliliği yoktu. Zeminim, ayağımı bastığım zemin, haklar ve sorumluluklar olmalıydı.

Süreç sadece acı vermedi elbette. Bir şekilde güçlendim, güçlü hissettim. Çalışma ortamımın, kendim için de ne kadar kapsayıcı olduğunu sorgulamaya başladım. Kendimi ne kadar ait, güvende ve yetkin hissediyordum? Ve diğer tüm bileşenler; veliler, kapıdaki güvenlik görevlimiz, katımızın temizliğinden sorumlu Türker Bey… Onlar ne kadar kapsanıyordu? Birbirimizle ilişkimizi niyetlerimiz mi belirliyordu yoksa haklarımız ve sorumluluklarımız mı? Ve nasıl dönüşebilirdik? Hak temelli yaklaşımı nasıl yaygınlaştırabilir; ezberlerimizden, kabullenmişliğimizden nasıl sıyrılabilirdik?

Süreç, dönüşüm, içimde hâlâ devam ediyor. Dönüştürebileceğime inanıyorum. Kendimi üç ay öncesine göre çok daha güçlü hissediyorum. Ağ’ın Değişim Elçileri Yaz Buluşması’nda bizlere verilen mavi bir bileklik vardı. Okula giderken hâlâ onu takıyorum bileğime.. Üstündeki yazı zaman içinde silinmiş olsa bile ben ne yazdığını biliyorum: Değişim öğretmenle başlar! Bundan sonra başta kendimin ve hiçbir öğrencimin herhangi bir farklılık nedeniyle etiketlenmesine, ayrımcılığa uğramasına, haklarından mahrum bırakılmasına izin vermeyeceğim. Bunu elbette haklarımızı ve sorumluluklarımızı belirleyen yasalardan güç alarak, nezaketle yapacağım.

Ve son olarak, genç meslektaşlarıma şunu söylemek isterim. Dilerim olmaz ama meslek hayatınız boyunca şu sözleri de duyma ihtimaliniz var: İcat çıkarma, sen mi kurtaracaksın, böyle gelmiş, böyle gider… Olur da duyarsanız, evet deyin. Evet, ben kurtaracağım. Çünkü değişim sizinle başlar.


Bu yazı, 13 Şubat 2020 tarihinde Boğaziçi Üniversitesi’nde gerçekleştirilen Eğitim İzleme Raporu’nun Yansımaları Paneli’nde, Değişim Elçilerinden Gülay Yeniay Bulut’un yaptığı konuşma metnidir.