Hala Çalan O Kaset ya da Zihnimin Hep Gör Dediği
Yazar: Yakup Yıldırım
50 haneli, 350 nüfuslu bir köyde büyüdüm. Sınırları belli, gelişim çizgisi oldukça standart olan bir köydü. Tek bakkal dükkanının olduğu, çocukların kimi imkanlardan, sözgelimi bir okuldan, mahrum kaldığı, parkın, futbol sahasının ve başka pek çok seyin bulunmadığı, dar sosyalleşme alanlarına sahip bir yerdi burası.
Köyde okul olmadığı için, üç kilometre ötedeki başka bir okula giderek öğrenciliğime başladım. Üzerimizdeki mavi önlük hepimizi eşit kılıyordu ve şimdi düşününce, son derece ferah bir durummuş bu. Birbirine benzeyen öğrenciler olarak bir arada olmak, hepimize iyi geliyordu. Okula uyum sağlamak konusunda hiçbir sorun yaşamadım. Köyde büyümüş biri olarak, bir köy okulunda okumak, işimi kolaylaştırdı. Tabii öğretmenlerimin de payı var bunda.
Eğitim hayatım boyunca denk geldiğim bütün öğretmenlerin emeği var üzerimde. Bana okumayı öğreten ilkokul öğretmenim neler yapıyor, nerededir, düşünürüm arada.
Öğretmen sayısının oldukça az olduğu bir okulda ve öğretmenlerin kendi branşları dışında da derslere girdiği bir yokluk durumunda, bana okumayı ve yazmayı öğretmelerini büyük bir minnet duygusuyla hatırlarım hep. Şimdi düşününce, önlüğümüzün sol kısmına takılan kurdeleler ve yıldızlar sadece bize ait değilmiş hissine kapılıyorum.
Kendi kişisel tarihimde, özellikle ilk ve ortaokuldaki öğretmenlerimin içerisinde olduğu pek çok anım var. Mesela, okulun çatı katında envai çeşit kuş besleyen, arkadaşım Sait ve beni kuşların yem ve su ihtiyaçları için sorumlu tutan Müdür Hasan Hoca’yı unutamıyorum. Belli dönemlerde, onunla birlikte çatıya çıkıp kuşları besler, kafesleri temizlerdik. Her defasında bizi tembihler, “Bunu kimse duymasın, olur mu?” derdi. Bu uzunca bir süre devam etti, sonra kuşlar sıcaktan bitlendi diye onları kendi evine taşıdı. O dönemler pek farkına varmazdım; ancak, Hasan Hoca’dan öğrendiklerimden sonra çocukluk arkadaşım Emre ile birlikte tavuklarımıza kümes yapmaya koyulmuştuk. Her sabah heyecanla uyanır; bağa, bahçeye dağılmış tavukları çağırırdım. Kümeler halinde etrafıma birikirler, buğday veya mısır tanelerini vermemi beklerlerdi. Bunun, Hasan Hoca’dan öğrendiklerimizi pratiğe dökmek olduğunu düşünmezdim o dönemler.
Miraç öğretmen vardı bir de, beni futbol oynamaya teşvik etmiş, okul takımına almıştı. Biz beden eğitimi dersinde iken, o okul bahçesinde bizi izlerdi. Topa her vurduktan sonra dönüp bakardım ona. Suratındaki her ifade, yeniden şut atmak için bir teşvikti benim için. Belimden düşmemesi için lastik kısmını kıvırdığım şortum ve formalı halimle fotoğraf çekilmiştim onunla. Bu an hala aklımda, her detayını anımsıyorum.
Yeliz öğretmenimi de unutmak mümkün değil. Ortaokulun ilk yıllarında Türkçe dersimize girerdi. Öğrendiğim pek çok şeyin temelini o dönemde sağlam bir şekilde atmış, bunu şimdilerde daha iyi fark edebiliyorum. Yeliz öğretmen ile kurduğum bağ biraz farklıydı; ona büyük bir hayranlık besliyor, söylediği ve anlattığı her şeyi hafızamda tutuyor olmama şaşırıyordum. Bize karşı yaklaşımı, nezaketi ve kibarlığı bambaşka idi. Her Öğretmenler Günü’nde, öğretmen temalı bir kompozisyon yazmamızı isterdi. Ben her defasında hikaye anlatmaya koyulurdum. Bunlardan birinde, Hatay’ın kiremit rengi topraklarını, Amanos Dağlarını, Tarsus-Hatay arasındaki tren yolculuklarımı da içine alan bir yazı yazmıştım. Buna hiç kızmamış, aksine yazmak konusunda beni yüreklendirmişti. Hala yazıyor olmamı, yazmayı sevmemi biraz da ona borçluyum.
Bu güzel şeyler, onun tayin olacağını duymamla birlikte yıkılmıştı. Sadece bende değil, diğer tüm sınıflarda benzer bir hava hakimdi. Hepimizi toplayıp, kalabalık sınıfımıza yaptığı konuşmayı hala hatırlıyorum. Ona bir ahde vefa, ya da kendi ağıdım belli olsun diye bir şarkı söylemiştim. Şarkıyı hem söyleyip hem ağlamıştım. Sınıftaki diğer arkadaşlarım da farksızdı benden.
Sonraki dönemlerde pek çok sefer Yeliz öğretmenimi bulmaya çalıştım. İletişim çağının sağladığı tüm imkanları zorladım, ama nafile. Ne yapıyordur, nasıldır, karşısına çıksam beni tanır mı, veda konuşmasını yaptığı güne dair aklında kalan bir şey var mı, hala merak ediyorum.
Babamın, o dönemki para ile oldukça yüksek bir rakam ödeyip 10 ciltlik bir ansiklopedi alması kendi kişisel gelişimim için oldukça kıymetli, hayatım için ise önemli dönüm noktalarından biriydi. Köydeki arkadaşlarımla ansiklopedileri harf sırasına göre inceler, okuldakilerle sayfalarını karıştırıp dururduk. Görsellerle belenmiş kısımlarda dikkatimiz yoğunlaşırdı, ilgimizi çeken yerleri birbirimizle paylaşırdık. Ansiklopedilerin belli sayılarını çantamda götürür, öğretmenlerime gösterirdim. Bazen yerlerinde rahat etmediklerini düşünüp, başka yerlere taşırdım ansiklopedileri. Sıska kollarımın kaldırabildiği kadar yüklenir, bir o yana bir bu yana dolanırdım. Yer yer tozlarını alır, silerdim. Şimdilerde sarı bir sandığın içinde duruyorlar, köye her gidişimde ilk günkü heyecanla başlarına oturuyorum. Bu heyecanımı kaybetmememde ilk okuldaki Gamze Öğretmenimin payı olduğu düşünürüm. Ömer Seyfettin’in kitaplarından birkaçını bana hediye etmişti. Kaşağı’yı, Yalnız Efe’yi, Diyet’i onun sayesinde okumuştum. Kütüphaneden aldığımız numaralı kitaplardan farklıydı bunlar. Kendine ait bir kitap olması, dönüp onları tekrar okuma fırsatı bulmak farklıymış.
Bütün bunlar geçmişte kaldı, hepsini her detayıyla özlüyorum. Zihnimizi yoklayıp, sırtımızı geriye yasladığımızda, yaşananların bir plak gibi dönmesine, çizikli de olsa söylemlerin ve anların hatırlanmasına bayılıyorum. Şimdilerde bu anıların üzerine yenilerini ekliyorum. Öğretmen Ağı’nda bir sürü öğretmenle paylaşıyor, onlardan öğrendiklerimi heybeme koyuyorum. Yeliz öğretmene söylediğim şarkıları başka öğretmenlerle de söylüyorum.
Bu yazıyı yazarken bunun neye hizmet edeceğini düşünmedim. Öyle, Sait Faik’in dediği gibi yazmasaydım deli olacaktım, gibi bir şey de değil bu benim için. Ancak irili ufaklı, hayatımıza tesiri olan pek çok şey var geçmişimizde. İnsan bu anlamda, zaman zaman adını koyamadığımız ama anlamını çok iyi bildiğimiz duyguları barındırıyor bünyesinde. Bu yazı da, o anıları yeniden hatırlamak için atılmış bir taş ya da onların boşa giden bir tebessüm olmaması adına konmuş bir çaba benim için.
Yakup Yıldırım Hakkında
Yakup, Tarsus’ta doğdu. İlk gençlik dönemleri de dahil olmak üzere çocukluğu köyde geçti. Köydeki kimi olağan dışılıklara şahitlik etti. Sonraki dönemlerde, Latife Tekin’in Sevgili Arsız Ölüm’ünün köylerinde geçtiğine, romandaki karakterlerle arkadaşlık ettiğine, aynı kuyulara taş attığına inanıp durdu hep.
İstanbul’a ilk gelişi, üniversiteye kayıt yaptırmasıyla birlikte 2011 senesinde oldu. 4 yılın sonunda İstanbul Üniversitesi’nden İşletme diplomasını alarak mezun oldu. DEİK (Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu)’te ve Kuveyttürk’te staj yaptı. Doğuş Grubu’nda, insan kaynakları departmanında iki yıl sürdürdüğü görevinden ayrılıp Öğretmen Ağı’na dahil oldu. Bununla birlikte, hala öğrenci, Bilgi Üniversitesi’nde İnsan Hakları Hukuku bölümünde Yüksek Lisans yapıyor.
Yakup, üniversite yıllarında Sulukule Gönüllüleri Derneği’yle tanıştı. Burayı kendisi için bir öğrenme alanı olarak tanımlıyor. Burada, çocuklarla yapılan çalışmalara destek olup; yaz buluşmalarında, festivallerde, saha ziyaretlerinde, bağış süreçlerinde ve yönetim kurulunda görev aldı.
Yakup, Farsi müziği seviyor, İran sinemasını yakinen takip ediyor ve bu kültürün edebiyat-sanat yönünden zenginliğine hayranlık duyuyor. Haneke’yle, Bergman’la, Tarkovski ile arkadaş olabilseydim, diyor. Öykü yazıyor. Zeytinburnu Belediyesi’nin yapmış olduğu yarışmada “Kötürüm” isimli dosyasıyla Mansiyon Ödülü aldı, çeşitli dergilerde yayınlanan öykü ve şiirleri bulunuyor. Bir gün, tası tarağı ve onu dünyaya bağımlı kılan ama dünyayla bağını güçlendirmeyen her şeyi geride bırakıp yollara düşmenin hayalini kuruyor.