Türkiye’den Halep’e Bir Ali Geçti
Yazar: Miray İşler - Türkçe Öğretmeni, Öğretmen Ağı Değişim Elçisi
“Göçmenler göç etmezler, dünyadaki yerlerini kaybederler.”
Zygmunt Bauman
Öğretmeniz biz. Sınıflarımızda mikro toplumlar yaratırız. Kentlerde de taşrada da durum değişmez. Her sabah girdiğimiz sınıflarda, her neredeysek o yerin rüzgârını, güneşini, varsıllığını, yoksulluğunu ensemizde hissederiz. Bundandır kimimizin kaloriferde kurutulmak üzere bırakılan minik montlarla, berelerle, eldivenlerle karşılanması; kimimizin de uykusunu alamamış yorgun gözlerle. Ama çoğumuzun sırasına aç oturmuş çocuklarla…
Onunla ilk karşılaşmamızı hala anımsarım. Diğer çocuklardan ayrı, uzak bir köşeden benim sınıfa girişimi izliyordu. Kapkara gözleri, cılız bedenine kondurulmuş iki parlak yıldız gibiydi. Suriye’den gelmiş, Türkçeyi öğrenmiş ama çok ilerletememiş. Kekeliyordu konuşurken, yormadım onu. “Merhaba” dedim, Merhaba Ali…
Kapsayıcı sınıf iklimi oluşturmak, öğretmenler için çok zor değildir. Zira çocuklar ırkçılığı, ayrımcılığı bilmezler. Ali’yi aralarına almaları, onu sarıp sarmalamaları uzun sürmedi. Bu durum onun akademik başarısını olumlu etkiledi. Derslerde söz alıyor, anlamadığı zaman açıklamamı istiyor, itiraz ediyordu. Yeni kelimeler öğrendikçe defterine not alırdı. Bana da boş zamanlarında unuttuğum Arapçayı hatırlatır, çalıştırırdı. Onun anadiline özlemi, benim de hafızam yenilenirdi. Çocuklar neşeli, Ali memnun, ben huzurluydum. Bir aradaydık…
Çocuklar, ayrımcılığı bilmez ama öğrenir. Yetişkinlerden görür, taklit ederler. Ailede, sosyal çevrede geçen bir konuşmaya tanıklık etmesi yeterlidir. Demokratik olmayan aile ortamlarında büyüyen çocuklar için farklı düşünmek, ciddi bir güvensizlik sebebidir. Bu yüzden o güvenli alandan çıkmak istemezler. Türkiye’deki Suriyelilere yönelik nefret söylemlerinin tırmanmaya başladığı zamanlardı. Çocuklar gergin, Ali huzursuz… O süreç büyük bir kırılma noktasıydı ve bunun farkındaydım. Yol belliydi. İnsan haklarını, demokrasiyi, çoğulculuğu, çokkültürlülüğü, “bir arada yaşamı” her fırsatta, daha fazla konuşmak. Metinlerde, şiirlerde, türkülerde, masallarda bunun izlerini aradık. Etimolojik sözlüklerde kelimelerin kökenlerini aradık. Göç hikayeleri okuduk, dinledik. Benzerliklerimizin içini beraberce doldurduk. Birbirimize acımadan, merhamete sığınmadan, insan haklarının altını çize çize…
Böyle geçti üç sene. Bir de kardeşi vardı Ali’nin, adı Suad. Onun derslerine de girmeye başladım bu yıl. Ateş parçası gibi bir kız çocuğu. En az Ali kadar başarılı ve kıvrak zekalı. Fırtınalı ve yağmurlu günlerde okul yolunda yürüyen çocuklar görünce arabaya alırım. Ali de onlardan biri. Bir hafta önce yine aldım onu ve Suad’ı. Haberleri izleyip izlemediğimi sordu. Esad rejiminin çöktüğünü duyup duymadığımı anlamaya çalışıyordu. “Biz gideceğiz öğretmenim.” dedi. Nasıl olur, daha erken, henüz sizin için uygun değil gibi ikna edici sözler söylemeye çalışıyordum. Suad hiç konuşmuyordu. “Kalmamız için bir sebep yok artık, bizim yerimiz orası.” dedi. Sustum, konuşmadan devam ettik yola.
Aradan birkaç gün geçti ve ben Suad’ın sınıfında derse başlamak için hazırlık yaparken telefonum çaldı. Arayan babalarıydı. Suad’ı telefona rica etti. Yüzünde ağlamaklı bir ifadeyle çıkıp babasıyla konuştu. Döndüğünde neler olduğunu sorduğumda, “Geri dönüş işlemleri için kimliğimi istiyor babam, ben yanıma almıştım.” dedi. “Çocuk Hakları Sözleşmesi’nde de öyle değil miydi? İznim olmadan kullanamazlar öğretmenim.” Gitmek istemiyordu. Bense ondaki cesarete, zekâya, mücadeleye hayran kalmıştım. Suad Türkiye’de büyümüş, Arapçayı okuyup yazamıyordu. Ali’nin Türkiye’ye gelişi mi Suad’ın Suriye’ye dönüşü mü zordu? Bu kadar yük neden bu çocukların sırtındaydı?
Ertesi gün sınıfa girince Ali’yi iki arkadaşı zorla yanıma getirdi. “Bugün okulda son günüm, size söylemeyecektim ama arkadaşlarım ısrar etti.” Nasıl olur, nasıl bu kadar hızlı diye söylenirken diğer çocukların ona sarılmalarına, ağlaşmalarına tanık olmak beni daha da sarsıyordu. Bir şeyler söylemek istedi, “Ben bu sınıfta ayrımcılığa maruz kalmadım, bunu hissettiğim zamanlar oldu ama çok azdı. Teşekkür ederim hepinize, sizi hiç unutmayacağım.”
Onurlu ve haklarının bilincinde bir çocuk olarak ayrılıyordu buradan. Konuşurken kekelemiyordu artık, lügatine eklediği yüzlerce yeni sözcükle konuşuyor, yazıyordu. İnadı ve mücadelesi onun küçücükken sırtlandığı mülteciliğin yükünü hafifletmişti.
Bugün yoklama alırken Ali’nin adını görünce durdum. Hala kayıttan düşmemişler. Onca zaman akmayan gözyaşlarımı şimdi kontrol edemiyordum. Bir yandan da çocuklarla konuşuyordum. Onunla geçirdiğimiz üç yılın değerlendirmesini birlikte yaptık, Ali’nin gidişi ve bize kalanlara dair… Ev sahibi ve misafir gibi değillerdi. Hiç olmamışlardı da… Şimdi de ailelerinden birini uğurlamış gibiydiler. Çoğuyla yol boyu iletişimde kalmış, Halep’e varınca da bilgi vermişti. Bana sabaha karşı Suad yazdı, “Biz vardık öğretmenim, iyiyim ben.” Hala aklı, gönlü burada kalmıştı. Bize kalansa ayrıştırmadan, barış kültürüyle “bir arada” nasıl yaşanır sorusunun yanıtıydı.
Çocuklar ayrımcılığı bilmezler, tanımazlar.
Hoşça kal Ali, Hoşça kal Suad…