Çar, 11/22/2023 - 14:01 tarihinde halukgoksel tarafından gönderildi

Yayın Tarihi

Otların Altında Bir Hazine Var

Yazar: Prof. Dr. Belma Tuğrul

Çocuğu nasıl algıladığımız, çocuğa yüklediğimiz anlam, çocuk için yapacaklarımızın ve yapmayacaklarımızın gerekçelerini oluşturur. Bu şu demektir; eğer çocuğun doğuştan getirdiği yatkınlıkları nedeniyle bağımsızlığa yakın, etkin bir birey olma yönündeki donanımına inanan bir görüşü savunuyorsak, çocuğun yararına olanı bulma yönünde alacağımız kararlarda çocuklara güvenmek, çocuğun varlığına koşulsuz saygı ve sevgi göstermek temel değerlerimiz olarak bize yol açacaktır.

Bir çocuğu tanımlayan en önemli özelliklerden biri onların bilmeye, anlamaya, keşfetmeye olan doğal eğilimidir. Ben bireysel olarak çocuğu; yaşadığı dünyayı anlama çabasında olan, cevabını bulana kadar sorusunu sormaktan vazgeçmeyen, yeni ve farklı her şeye tutkulu, keşfetme heyecanı ve cesaretinde olan, sevmeye, ilgiye, olumluya meyilli, zihnen ve bedenen hareketli, uçsuz bucaksız hayalleri olan, oyunbaz, duygularını, düşüncelerini ifade etmedeki doğallığı ile özgün cesur bir girişimci, meraklı bir araştırmacı, dünyayı izleyen değil dahil olup, sorumluluk almaya hevesli, çevresinde olup bitene karşı her daim uyanık, keşfedici gözlerle kendisine ve dünyaya bakan bir bilim insanı, sanatçı, filozof ve bilge olan biri olarak tanımlıyorum.

Çocuğu tanımladığım bu özellikler çocuk büyüyünce ortaya çıkan özellikler değildir; tam tersine çocukta doğuştan var olan ve çocuk büyürken onunla birlikte büyüyerek gelişen ve onu o yapan temel özelliklerdir. Bu şu demektir; çocuğun doğuştan getirdiği kendine has bir gücü, potansiyeli vardır. Yeni doğan bebek sanıldığının aksine pasif bir varlık değildir. Elbette sahip olduğu beceriler itibariyle bir yetişkinin bakımına muhtaçtır ancak bu onun pasif bir varlık olduğunu göstermez. Doğduğu ilk andan itibaren çocuk, dünya ile bağ kurmaya açık bir candır ancak şunu da düşünmek gerekir ki bu potansiyel uygun koşullar ile karşılaşmaz ise gelişip serpilemez, kendini gösteremez. Bugün çok sayıda parlak fikirli, duygulu ve duyarlı çocuk, zamanında ilgi ve gereksinimlerine yanıt verecek elverişli bir ortam ve doğru etkileşime açık bir sosyal çevre bulamadığı için yetenekleri keşfedilemeden atıl durumda kalmıştır.

1870–1952 yılları arasında yaşamış olan Maria Montessori, “Çocuğun doğal olarak sahip olduğu güç, ışık saçan parlak bir geleceğe yön verir. Eğer gerçekten yeni bir dünya istiyorsak, o zaman eğitimin amacı çocuğun içinde saklı olan bu potansiyelin gelişimini desteklemek olmalıdır.” sözlerini söylediği yıllardan bu yana aynı şeyleri hala söylüyor olmamız ilginç değil mi? İnsanın özü bu çağa özgü bir değişime uğramış değil. Değişen sadece bu özlerin karşı karşıya kaldığı uyarıcılar, yaşam koşulları, olanaklar ya da sınırlılıklardır. İnsanın doğasının doğallığına saygı duymak bugünün işi değildir. Çocukların özgünlüklerinin dokunulmazlığı vardır. İşte bu nedenledir ki çocukların öğrenme gereksinimlerinin giderilmesinde onların özlerine saygı duymak, kendi potansiyellerini ulaşabilecekleri en üst seviyeye taşıyarak özgürleşmelerine rehberlik etmek önemlidir. Zengin bir potansiyel kaynak olarak doğan çocuğa ne olursa sonradan oluyor. Çocuğun içinde yaşadığı ortamın güçlü ve zayıf yönleri çocuğu kendi yönünde gelişmeye izin veriyor ya da vermiyor.

Çocuklara bir şey öğretmeye o kadar odaklanırız ki bu durumda çocuklardan öğrenebileceklerimizi gözden kaçırabiliriz. Çocukların kendi hızlarında kendi öğrenme yollarıyla öğrenebileceklerine güvenmek gerekir. Çocukları giderek artan bir şekilde öğrenmeye tutkun hale getirebilmek için öğrenmenin sorumluluğunu çocuklar üstlenmelidir. Başkası istediği için öyle gerektiği için ya da müfredatta zorunlu olduğu için değil; çocuğun öğrenmeye gereksinim duyup, kendisinin öğrenmeye talip olmasını sağlayabilmek önemlidir.

Çocukların doğal öğrenme tutkusunu farkına varmak ve kendini çocuğun öğrenme hevesini izlemeye bırakmak çocuk dostu bir tutumdur ancak biz yetişkinler, bir şeyler öğretince kendimizi işimizi iyi yapmış gibi hissediyoruz. Oysa ki biz de çocukken bize birisinin bir şeyi dikte ederek öğretmesinden memnun değildik.

Büyüdük, yetişkin olduk. Çocukların nasıl daha kolay öğrenebileceğini deneyimlemiş kişiler olarak, çocukların oyun aracılığı ile öğrenmesine sahip çıkmak durumundayız. Her yaş seviyesinde oyun temelli öğrenme çocuğun ilgisi, gereksinimi ve en önemlisi de hakkıdır. Hayalim tüm öğrenime seviyesindeki okulların bir okul öncesi eğitim kurumundaki çocukların oyun oynama serbestliği içinde oyun oynayabilecekleri, oyun alanı ve zamanı bulabilecek okullara, parklara sahip olabilmesi.

Çocukları dikkatle izlediğimizde çocukların biz yetişkinlere nasıl daha kolay öğrenebilecekleri hususunda çok açık işaretler verdiklerini görürüz. Çocukların soruları, onları ilgilerinin meraklarının somut ifadesidir. Çocukların soruları, müfredatın özünü oluşturmalıdır. Çocuklar, kendi ilgilendikleri, yaşamlarıyla ilişkilendirebilecekleri her şeye daha fazla ilgi duyarlar. Bu durumda, çocukların ilgilerinden, meraklarından ilham alan eğitim ortamları çocukları öğrenme ortamına bağlayacaktır. Çocuklar, kendilerini ait hissettikleri ve kendilerine ait hissettikleri alanlara daha fazla sahip çıkarlar.

Reggio Emilia Yaklaşımının temel bakış açısını oluşturan Loris Malaguzzi, “Çocukların 100 Dili” ifadesiyle, çocukların kendilerini ifade etmenin 100 farklı yolu olduğunu belirtir. Bu bakış açısı çocukların özgünlüklerinin, bireysel farklarının önemine dikkat çeker ancak bu söylemin pratiğe yansıyan yönü, her çocuğun bireysel öğreniciler olarak farklı ve çok seçenekli öğrenme şansları bulmaları gerektiğidir. Tek bir yöntemle sadece belli bir öğrenme ortamında tek bir kaynaktan öğrenmek çocukların öğrenme gereksinimini karşılamayacaktır. Bu durumda çocukların farklı öğrenme kaynaklarına erişiminin açık olmasını sağlamak gerekmektedir. Bu da okulu belli saatler arasında hizmet veren , dört duvar arasında sıkışmış kalmış, merkezi ve tek bir müfredatın ötesinde daha yaratıcı, açık uçlu bir alan arayışına yöneltmektedir. Çocuklar, okul kitapları dışındaki kitaplara ve farklı bilgi ağlarına ilgi duymak ve bunları yetkin bir şekilde kullanma ustalığına erişmelidir. Belki de şimdiye kadar hiç aklımıza gelmeyen ya da en son aklımıza gelen doğadan öğrenme, doğada öğrenme doğal öğrenme yollarından biri olarak gereken ilgiyi görmelidir. Belki de sanat, bilim, matematik, teknoloji , hayat bilgisinin birbiri ile bütünleşmiş sarmal bir süreçte çocuklar için öğrenmeye davetkar bir dil oluşturacağını düşünmenin zamanı gelmiştir.

Çocuğun öğrenme yaşantısı okul ile sınırlı değildir. Daha doğrusu, okul öğrenme alanlarından, kaynaklarından sadece birisidir. Çocuğun ilk öğrenme deneyimleri evde gerçekleşir. Bu nedenle öğrenmeye ilgiyi başlatan kaynak evdir. Evde aile bireyleri öğretmen olmamakla birlikte çocuklarının yaşam boyu öğrenmeye heves eden bireyler olmasındaki ilk ilham kaynaklarıdır. Aile bireyleri, çocuklarının öğrenme elçileridir ancak bir çok aile henüz bunu farkında değildir ve çocuklarının okula başlamadan herhangi bir şey öğrenebilecekleri konusunda çok düşük beklentiler içindedirler. Oysaki informal öğrenmelerin formal öğrenmeler kadar önemli olduğunu da bilmek gerekir. Üstelik formal okula başlayıncaya kadar çocuğu sosyal, duygusal, fiziksel ve zihinsel uyarıcılar yönünden sığ bırakmak, çocuğun büyüme, gelişme ve öğrenme yaşantılarının en dinamik olduğu dönemini boşa geçirmek demek olur. Özellikle yaşamın ilk altı yılı beyin gelişimi ve öğrenmeye ilgi ve yatkınlık bakımından en duyarlı, en açık dönemdir. Bu nedenle çocuklar okula başlamadan önce mutlaka evde gelişimsel olarak desteklenmelidir. Bu da ev temelli formal ve informal eğitim modellerinin geliştirilmesi yönünde eğitim politikalarının geliştirilmesini de zorunlu kılmaktadır. Covid-19 salgını, bir günde evlerine kapanan ailelerin çocuklarının sosyal, duygusal ve zihinsel yönden nasıl desteklenebileceğine ilişkin çok fazla desteğe gereksinim duyduğunu göstermiştir.

Okullar olsa da olmasa da her anne babanın çocuklarının gelişimini destekleme yönünde hem anne babalık sorumlulukları ile ilgili olarak hem de acil durumlarda pedagojik rehberlik yapma konusunda temel düzeyde bile olsa güçlendirilmesi gerekmektedir. Bu gereksinim, ev temelli eğitimi destekleyecek içeriklerin üretilmesini de zorunlu kılmaktadır. Okul dışı kaynaklar vasıtasıyla, çocukların hem okul öğrenmelerinin desteklemesi hem de çocukların öğrenme ilgilerinin daha geniş bir yelpazede zenginleştirmesi mümkün olabilir. Müzeler, kütüphaneler, sanat, kültür ve spor merkezleri, bilim merkezleri, doğanın kendisi, sokak, pazar her yer çocuğun öğrenme alanıdır. Çocuklar, okul dışı öğrenmeleriyle okul öğrenmelerini daha güçlü hale getirebilirler. Bu nedenle çocukların okulda bulundukları sürelerin azaltılması ve açık öğrenme kaynaklarına erişim için çocukların araştırma, problem çözme, karar verme, inisiyatif kullanma, veri toplama, bilgiye erişim, tasarım odaklı düşünme, eleştirel düşünme ve yaratıcı düşünme becerilerinin gelişiminin desteklenmesi gerekir.

Özellikle erken çocukluk yaşlarından itibaren çocukların merak ettikleri konuların peşinden gitmesi için proje tabanlı öğrenme ortamlarının geliştirilmesi, öğrenmenin hayatla ilişkilendirilmesi üzerinde kafa ve gönül yorulmalıdır. Tüm bunlar, bugün olduğundan başka okul, başka ders, başka kaynak ve başka öğretmen ve aile rollerine duyulan gereksinime dikkatleri çekmektedir.

Günlük yaşam alanı ve hayatla ilişkilendirdiğimiz bir müfredata gereksinimimiz var. Çocuğu hayata hazırlamak için mi eğitiyoruz yoksa çocuk gerçek hayatın içinde mi eğitilmeli sorusunu sormak gerekir. Hayat ve okul birbirinin içinde olmak durumundadır. Geleceğe çocuk yetiştirmek çok iddialı çünkü geleceği bilmiyoruz ama geleceği inşa edecek çocuklar yetiştirecek bir eğitim sistemini düşünmek bugünün en önemli ve öncelikli işi. Geleceğin tasarımcıları, sanatçıları, sporcuları, hekimleri, politikacıları, öğretmenleri şu anda evlerimizde ve okullarımızda. Bu kadar değil tabi, bir de şimdiye kadar hiç duymadığımız işleri yapmaya heves edecek çocuklar var. Onlar da şimdi buradalar. Yollarından çekilirsek ilerleyecekler.

1907 yılında, “İşime, iyi buğday tohumlarını biriktirmiş ve bereketli bir parça toprak bağışlanmış bir köylü gibi başladım. Dilediğim gibi ekip biçecektim. Ama öyle olmadı. Toprağın üstündeki otları ayıkladığımda altın buldum. Otlar çok değerli bir hazineyi saklıyormuş” diyen Maria Montessori’nin sözüne bu yüzyılda da kulak vermekte fayda görüyorum. Hazineyi örten her ne var ise işimiz gücümüz onu temizlemek olsun.


Prof. Dr. Belma Tuğrul Hakkında

1960 yılında İstanbul’da doğan Tuğrul, okul hayatına İstanbul’da başlamış ve ardından üniversite öğrenimi dahil tüm okul hayatını Ankara’da geçirmiştir. Lisans ve lisansüstü öğrenimini Hacettepe Üniversitesinde tamamlamıştır. Henüz lise öğrencisi iken anaokulu öğretmeni olmaya karar veren Belma Tuğrul, 1983 yılında Hacettepe Üniversitesinde Çocuk Gelişimi ve Eğitimi Bölümünden mezun olmuş, 1986 yüksek lisans, 1993 doktora derecesini almıştır. Tuğrul, 1995 yılında doçent, 2003 yılında ise okul öncesi eğitimi alanında profesör olmuştur. Belma Tuğrul, akademik kariyeri süresince teorik ve uygulama alanındaki çalışmalarını eş zamanlı olarak, sürdürerek, uygulama alanındaki gözlemlerini ve deneyimlerini öğretmen ve anne baba eğitimleri ile paylaşmaktadır. Belma Tuğrul, 2013–2015 yılları arasında Amerika Birleşik Devletleri’nde Penn-State Üniversitesi’nde misafir öğretim üyesi olarak bulunmuştur. Hala İstanbul Aydın Üniversitesi Eğitim Fakültesi öğretim üyesi olan Tuğrul, KKTC’de Uluslararası Final Üniversitesi’nde de okul öncesi öğretmenliği programlarında dersler vermektedir. Uluslararası Oyun Birliği-IPA Türkiye temsilcisi olan Tuğrul, her platformda yaptığı oyun savunuculuğu ile de tanınmaktadır.


Öğretmen Ağı; öğretmenlerin, meslektaşları ve farklı disiplinlerden kişi ve kurumlarla bir araya gelerek güçlendiği bir paylaşım ve işbirliği ağıdır. Ayrıntılı bilgi için tıklayın.