Cu, 11/15/2024 - 14:56 tarihinde burcu.428@hotm… tarafından gönderildi

Yayın Tarihi

Öğretmenim, Benim Yaratıcılığıma N’olmuş?

Yazar: Burcu Demir, Sosyal Bilgiler Öğretmeni ve Öğretmen Ağı Değişim Elçisi

Uzun zamandır, özellikle öğretmenlik kimliğimle katıldığım ortamlarda kendimi tanıtırken yukarıdaki kelime ve kelime öbeklerinin birleşiminden oluşan bir cümleyi gözlerimin içi parlayarak kurduğumu fark ettim. Sohbetin biraz keyiflendiği noktada ise karşımdaki insana diyorum ki “Seni de Değişim Elçisi yapalım mı?”

Sevdiğim, ısındığım insanlara diyorum genelde ben bunu. Ağ öyle bir yer çünkü. Sevdiğim, ısındığım. Moralim bozukken “güleyim de kimse anlamasın” diye geçiştirdiğim yer değil. Hiçbir şeye yetişemeyecek ve ağlayacak gibiyken bunu olduğu gibi yansıtıp kucaklandığım yer Ağ. Sonrasında zaten mutsuz kalamıyor insan. İlk denk geldiğimde yanlış hatırlamıyorsam 2019 senesindeydik, adını duymuştum ama fiziki olarak denk gelişim bu yıl içerisindeydi. Değişim Elçisi olmam ise 2020 senesine denk geliyor (Pandemi döneminde daha iyi bir karşılaşma olamazdı zaten). Bu zamandan itibaren hayatıma kocaman bir alan daha açmış gibi hissediyorum, huzurlu ve ilk karşılaştığımda “Başka bir gezegendeymişim” gibi hissettiren bir alan. Kaos yoktu Ağ içerisinde, empati vardı, birbirine saygı duymak vardı. Söz buluyordun her “saçma” olabilecek düşüncene; saçma değillerdi onu öğreniyordun. Hatalar yapınca “Sen sanırım hep böylesin.” diyerek vazgeçmiyordu senden insanlar. Hatalarını seviyordun. Hatalardan dönüştürmeyi öğreniyordun. Gösteriyordun hatalarını çekinmeden, insanın hatalarını gösterdiği zamanlarda güzel dostluklar başlar, onu anlıyordun. 

Şu an aslında başladığı zamandan itibaren, her sene katıldığımda “Yaz gelmeden yenileniyorum.” dediğim bir etkinlikle birlikte yeniden blog yazmaya karar verdim. Biliyorsunuz ki, öğretmen için yazdır yenilenmenin vakti. Arkadaşlar, abartmıyorum. Ben Öğretmen Ağı’yla yapılan her buluşmamda yenileniyorum.

Etkinliğimiz, Yaratıcı Özgüven Festivali. İçinde bulunmaktan keyif aldığım, yorulmadan her fikrimi söylediğim, her fikrin yeni fikri ortaya çıkardığı ve ekipte olan olmayan herkesin heyecanlandığı o dönem geldi çattı. Hataları kutladığımız o dönem. Çalışma grubumuzda Beyza hocam vardı, daha öncesinde de duyduğum ama bu gözle okuyunca bir farklı okuduğum “Hatalar Kitabı”nı önerdi bizlere. Kitap içerisinde bir bölüm var, diyor ki: 

“Farklı hatalar, onu nasıl ortaya çıkardı?”

Siz bunu düşünürken, ben başlıyorum beynimi uzunca oyalayan yaratıcılık temamla birlikte oturup yazmaya…

TDK’ye göre “her bireyde var olduğu kabul edilen, bir şeyi yaratmaya iten farazi yatkınlık” anlamına geliyor yaratıcılık. 

Demişiz ki “Pencere değil onlarınki duvar.” Önümüze de koyuyorlar o duvarlardan. Bir duvar daha eklersek tebrik edip hep birlikte şuursuzca alkışlamaya başlıyorlar. Duvarı kaldırmak için oturduğumuz yerden kalktığımız anda “cık cık cık” sesleri kulağımızda çınlayıp duruyor.

“İcat çıkarma şimdi!”

“Ne gerek var bütün bunlara?”

“Ne güzel duvarlarımız vardı, bizi koruyordu. Çatlaklardan güneşin sızıp beynimize hücum etmesine izin vermeye ne gerek vardı?” 

Bu sonuncusu kadar uzun cümle hiç duymadım. Ama genelde alışkanlıktan ortaya çıktığına inanmış olduğum “Ooo sen de amma yaratıcısın he, potansiyelin çok yüksek!” demelerine rağmen icat çıkarmamdan deli gibi korkup sonrasında da “potansiyelini kullanmıyorsun, tembelsin galiba” sözleriyle yaratıcılık motivasyonumun üzerine duvarlarını fırlatan insanlarla çevriliydi çoğu zaman etrafım. Kolaya kaçmak mıydı bu? 

Yaratıcılığın güzel bir şey olduğuna nedense her birimiz ikna olmuşuz, bu güzel tamam. Ama yaratıcılık ortaya çıktığı anda koşarak uzaklaşıyoruz oradan. Hani filmlerde olur ya, insanlar sanatı çok sevdikleri için (!) tiyatro, gösteri vb. izlemek amacıyla kocaman platformları doldururlar, sonra sahnedeki insan herkesin zaten bildiği, hoşlarına gitmeyen bir söz söyler ve o insanlar bir anda öfkeyle domates falan fırlatmaya başlar. Gülerler de buna. Genelde o filmler taş çatlasın 1970’lerde falandır ama hiçbir değişim yok bence insanlığın seneler süren bu yaşam serüveninde. Biz de yaratıcılığını ortaya çıkaran terbiyesiz(!) o insana hayali domatesler fırlatıyoruz hala umarsızca. İçimizdeki yaratıcı kendimize bile. Fırlatılan domatesler sulu sulu, beyaz gömleklerimize bulaşmış durumda. Gördüğüm bu. 

Neyse devam edelim…

“Kafam karıştı! Kafa karışıklığı kötü derler.”

“Tartışalım mı? Tartışmak kötü, kavgaya ne gerek var? KAVGA MI?”

“Kültürümüzde tartışmak, kavgadır.”

“Hocam, bizim çocuk garip garip sorular sormaya başladı?” Bingoooooo! Başardık! Toplanın, kutlayacağız.

Sınıfta öğrencilik zamanlarımda arada kafamda şimşekler çakardı. Her şimşek kafamdaki yeni bir kapımın açılışı demek oluyordu. Her yeni kapı, yeni hayallere yol. Her yeni hayal, kendimi oluşturuşumun ilk günü gibi hissettiriyordu. Sonra ne oldu, bilmiyorum. Sınıfta derslerde ilgimi çeken bir şey olmamaya başladı ve “sürekli uyuyan öğrenci” oldum ben. 

“Hocam, benim şimşeklerime n’oldu?”

“Hocam, bir şey diyeceğim, dinle beni lütfen. Benim yaratıcılığıma n’ooooldu?” 

Nasıl oldu, bilmiyorum ama soruları tuhaf bulunan, bir ara uyumaya kendini unuttursa da bir şekilde kendini unutmayan, merak ettiği her yeni şeyle hayatını renklendiren o çocuk bir gün öğretmen oldu ve evet tam da yukarıdaki belirttiğim gibi öğrencilerinden tuhaf, garip(!) sorular sordurabildiği an başlıyor içinde yine şimşekler çakmaya. 

Bu hikayenin sonu yok, göreceğim ve göreceğimiz çok şey var. Heyecanı da tam olarak burada gizli zaten. Ama isterim ki, öncesinde birbirimizi görüp #YaratıcılıkBununNeresinde diyebilmek için kendi şimşeklerini arayan herkes 24 Kasım’da Yaratıcı Özgüven Festivali’ne bir bilet alsın. Gelin, tanışalım. Gelin, hayal kuralım. Gelin, hatalarımızı kutlayalım.

Öğretmen Ağı’na ve beni hatalarımla seven bütün arkadaşlarıma teşekkürlerimle…