“Normal”i Sorgulamak: Kapsayıcılık #NedenÖnemli?
Yazar: Yakup Yıldırım
Konuk: Prof. Dr. Kenan Çayır
Toplumsal normlar, gruplar ve grupların yaşam biçimleri “öteki” ile kurduğumuz ilişkiyi nasıl etkiliyor? “Normal”i belirlerken kapsayıcılık ilkesini gözetiyor, yeterince hak temelli yaklaşıyor muyuz?
Covid-19 pandemisi gösterdi ki, kapsayıcılık ve hak temellilik kavramlarını daha çok konuşmaya, kamusal alanın her bir aşamasını herkes için erişilebilir ve kapsayıcı kılmaya gerek var. Bunu yaparken geçmişteki pratiklerimizden ders almamız, birlikte yaşamı yeniden düşünmemiz gerekiyor. Elbette “Normal nedir?” sorusunu odağımıza alarak, bu soruyu hem kendimize hem de çevremize yönelterek…
“Neden önemli?” röportajlarının ilkinde, İstanbul Bilgi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi ve Sosyoloji ve Eğitim Çalışmaları Merkezi(SEÇBİR) Müdürü Prof. Dr. Kenan Çayır’la kapsayıcılık ve hak temellilik üzerine konuştuk…
Yakup Yıldırım: Kriz dönemleri risk altındaki ve dezavantajlı gruplar için hep daha zorlu geçiyor. Örneğin ekonomik bir problemle karşılaşıldığında, tepki daha savunmasız gruplara, mültecilere, özellikle Suriyeli, Afganistanlı mültecilere yöneliyor. Bu tepkiler bazen kitlesel olduğu kadar yer yer kurumsal tepkilerle de körükleniyor. Böyle dönemlerde sadece toplumlar değil, kurumlar da ciddi bir sınavdan geçiyor değil mi?
Kenan Çayır: Öyle tabii. Kriz dönemleri dediğimiz dönemlerde bunların çok sık yaşandığına şahidiz. Ne tür bir kriz olduğu önemli değil; ister ekonomik, ister toplumsal, ister siyasal bir kriz olsun bundan en fazla etkilenenler genellikle dezavantajlı gruplar oluyor. Genelde bu krizler de zaten iç içe gerçekleşiyor. Böyle dönemlerde insanlar, kendilerini tehdit altında ve güvensiz hissediyorlar, problemler yaşıyorlar. Ekonomik problemler yaşıyorlar örneğin. Bütün bilimsel çalışmalar gösteriyor ki, insanlar belirsizlikle baş edemediklerinde bir açıklamaya ihtiyaç duyuyorlar. Yani, “Bir zorlukla karşı karşıyayım, neden bunu yaşıyorum, neden bununla karşı karşıyayım?” gibi sorulara cevap arıyorlar. Genelde bu zorlukların sebepleri çok karmaşık oluyor, tarihsel veya ekonomik sebepleri olabiliyor. Ama görüyoruz ki genelde kolay açıklamalara gidiliyor, bu tercih ediliyor. Şöyle düşünülüyor, “Bir zorluk yaşıyorum, bunun sebebi nedir? Suriyelilerdir, mültecilerdir…” Avrupa’da benzer bir durum olunca örneğin, sebebi nedir-kimdir, Türkiyeli göçmenlerdir gibi… Buna bilimsel olarak “Günah Keçisi Teorisi” diyoruz. İnsanlar bilişsel olarak uyumsuzluk yaşamak istemiyorlar. “Bir sorun varsa ben buna kendimce cevap bulmak zorundayım,” diyorlar. En kolay açıklama da böyle yapılıyor, günah keçisi bularak ya da günah keçisi yaratarak. Ve genelde de kriz dönemlerinde bu mekanizma işliyor ve dediğiniz gibi dezavantajlı gruplar suçlanıyor ve ayrımcılığa maruz kalıyor.
YY: Sizinle röportaj yapacağımız netleştikten sonra, Google’a girip sadece “kapsayıcılık” kelimesini arattım. Bu kavramla arama yapınca neler çıkıyor diye merak ettim. Arama sonuçlarının çoğu, kapsayıcılık ve çeşitlilik kavramlarını yan yana getiriyor. Ve sonuçların birçoğu da genelde şirketlerin kapsayıcılık politikalarıyla ilgiliydi. Bu politikaların şöyle bir yönü var, genelde tek yönlü bir yaklaşımla ele alınmış. Örneğin; sadece kadın erkek çalışanları arasında sayı olarak dengeli bir dağılım gözetildiği ya da falanca projenin başına kadın yöneticilerin geçtiği gibi haberler var. Bu iyi bir şey olduğu kadar, eksik ve kusurlu da sayılmaz mı? Kapsayıcılık deyince, özellikle bazı sektörler için tek yönlü ve çoğunlukla cinsiyet rollerine odaklanan bir durum var sanki?
KÇ: Ülkeye göre de değişiyor tabi. Küresel şirketlerde “inclusion and diversity” (kapsayıcılık ve çeşitlilik) departmanları var. Türkiye’deki şirketlerin eğer küresel bir bağlantısı varsa, global merkez tüm temsilciliklerine “siz de kapsayıcılık ve çeşitlilik politikanızı derinleştirin ve geliştirin” diyor. Türkiye’de çok ciddi bir toplumsal cinsiyet meselesi olduğu için ve diğer ayrımcılık türlerine göre nispeten daha göz önünde olduğu için sektörler ya da iş dünyasında kadın-erkek meselesi konuşuluyor ve buraya odaklanılıyor. Başka ülkelerle kıyasladığımız zaman, kapsayıcılık ve çeşitlilik mevzularını aslında daha yeni yeni konuşmaya başladık. Bu biraz şekillenecek, beraberce şekillendireceğimiz bir şey olarak görüyorum. Sivil toplum, şirketler, akademi ve başka pek çok alan bu konuda çalışmalar yapmaya başladı örneğin. İş dünyasında, engellilik alanında da, farklı alanlar da çalışmalar yapılıyor ve bunun yavaş yavaş arttığını da söyleyebiliriz.
YY: Bazı ayrımcılık vakaları karşısında, “böyle şeyler hep yaşanıyordu, internetin yaygın kullanımıyla görünürlüğü arttı, hep böyle yoğundu zaten” gibi sözler de duyuyoruz… Ama sadece bu argümana sığınarak da durumu açıklayamayız sanırım. Neden böyle dönemlerde ayrımcılık vakaları artıyor?
KÇ: İnsanların yaşadıkları zorluklarla baş etmesi bir mesele. Baş etmek demek, aslında açıklayabilmek demek. Benim bunlar başıma niye geliyor, sorusuna cevap bulmaları gerekiyor. Buna bilişsel uyum diyoruz. Ben bir zorluk yaşıyorum ve bunu açıklayabilmem lazım, eğer açıklayamıyorsam uyumsuzluk yaşıyorum. Burada da en kolay açıklama az evvel söylediğim gibi bir suçlu bulmak, günah keçisi bulmak. Ve genelde de bu siyasi söylemin işine yarıyor. Genelde de hakim grupların katkısıyla bu, sosyal medyada çok çabuk yayılıyor. Kişi bazı sorulara açıklama getirebilirse bilişsel rahatlama yaşıyor, ama sorununu çözmüyor maalesef, toplumsal sorunlar daha da derinleşiyor.
YY: Ayrımcı vakaların sosyal medyada ya da başka mecralarda görünür olmasının çeşitli etkileri de oluyor. Örneğin, toplumsal ya da kitlesel olarak tepkilerin verilmesine sebep oluyor, bir yandan olaydan daha fazla kişi haberdar oluyor. Ama tam tersi bir etki yaratması da söz konusu sanırım. Şiddetin ve ayrımcı pratiklerin bulaşıcılığı gibi…
KÇ: Bu meseleye diyalektik bakmamız gerekiyor. Münazara kültürünün getirdiği bir yansıma olarak, sosyal medya yararlı mı zararlı mı sorusunu sınırlı alanda ve taraflarla tartışıyoruz. Şu bir gerçek ki sosyal medya ayrımcı söylemlerin yaygınlaşmasını sağlıyor, anonim bir hesapla ayrımcı söyleminizi çok kolay bir şekilde yayabiliyorsunuz. Ama aynı zamanda yine belli davalarda gördüğümüz gibi, örneğin kadın cinayetleri davalarında, sosyal medya ayrımcı söyleme karşı örgütlenmeyi de sağlıyor.
“Kişi, çocuk olduğu için, genç olduğu için ya da “yaşlı” olduğu için ayrımcılığa uğruyorsa, buna yaş temelli ayrımcılık ya da yaşçılık diyoruz. Yaşlılar kelimesini belki tırnak içinde kullanmamız gerek. Çünkü subjektif bir kavram. Mesela bir insan kaç yaşından sonra yaşlıdır? Bir insan kaç yaşından sonra gençtir ya da?”
YY: Pandemide dezavantajlı gruplar ve onların kamusal yaşamda karşılaştıkları sorunlar daha da gün yüzüne çıktı ve bu mevzu çeşitli bağlamlarda daha sık konuşulur oldu. Yaşçılık yine bu dönemde çok belirgin bir ayrımcılık örneği olarak karşılaştığımız bir şeydi. Pandeminin özellikle ilk günlerinde yaşlıların maruz kaldığı, yer yer zorbalığa varacak ayrımcılık vakaları gördük… Siz uzun zamandır yaş temelli ayrımcılık üzerine çalışmalar yapıyorsunuz. Nasıl tanımlamak gerekiyor yaşçılığı ve özellikle kriz dönemlerinde yaşlılar ne tür ayrımcı yaklaşımlarla karşılaşıyor?
KÇ: Yaşlılar kelimesini belki tırnak içinde kullanmamız gerek. Çünkü subjektif bir kavram. Mesela bir insan kaç yaşından sonra yaşlıdır? Bir insan kaç yaşından sonra gençtir ya da? Tarihin belli dönemlerinde, belli toplumlarda bunun yanıtı hala değişiyor. Yaşçılık çok bilinmeyen bir kavram. Cinsiyetçilik deyince ya da ırkçılık deyince hemen anlaşılıyor neyi kastettiğimiz, ama yaşçılık pek bilinmiyor. Halbuki insanlar cinsiyetlerinden dolayı ayrımcılığa uğradığı gibi yaşlarından dolayı da ayrımcılığa uğrayabiliyor. Kişi, çocuk olduğu için, genç olduğu için ya da “yaşlı” olduğu için ayrımcılığa uğruyorsa, buna yaş temelli ayrımcılık ya da yaşçılık diyoruz. Devletler genelde 65 yaş ve üzerini yaşlı olarak kategorize ediyorlar. Ama az önce söylediğim gibi, bugün 65 yaşını referans alıyoruz, ama elli yıl önce belki çok farklıydı, yüzyıl önce bambaşka bakılıyordu belki de. Bu yüzden subjektif bir yanı var. Haklısınız, pandeminin ilk günlerinde yaş ayrımcılığını içeren çeşitli videolar ve sosyal medya paylaşımlarını sıkça gördük. Hatta bazı belediyeler “Yaşlı ihbar hattı” diye bir ihbar hattı çıkardı. Bu da belki ilk soruda konuştuğumuz gibi, içinde bulunulan karmaşık ve güç durumu açıklayamamanın bir yansıması ve günah keçisi bulmanın başka bir versiyonudur. Virüsü ve yaygınlaşmasını engelleyemiyoruz, e niye? Çünkü, yaşlılar geziyorlar, kendilerine dikkat etmiyorlar vs… Onları da diğer dezavantajlı gruplar gibi, Suriyeliler gibi, mülteciler gibi çeşitli kavramlarla nitelediler. Karantina sürecinde yaşlıları damgaladılar ve etiketlediler. Yaşlılara yönelik ayrımcılığın Türkiye’nin en önemli sorunlarından biri olduğunu da bu vesileyle görmüş olduk. Yine bu vesileyle bunu tartışmaya başlamamız, yaş temelli ayrımcılığı konuşmamız çok önemli.
YY: Türkiye gibi muhafazakar motiflerin belirgin olduğu toplumlarda, özellikle dile yerleşmiş kimi sözcükler de var; yaşlılara hürmet, ataya saygı, yaşlılara saygı gibi… Ama denk geldiğimiz pek çok olay, bu tavrın tersini gösteriyor. Bunun sebebi ne?
KÇ: Çünkü insanlar bunu bir ayrımcılık olarak düşünmüyor. Bir insan kaç yaşında olursa olsun kamusal yaşama katılmak istiyor. Otobüse binmek istiyor, gezmek istiyor. Ama birçok insanın özellikle yaşlılara karşı tutumu “Ne işin var senin burda?”, yani “Yaşlısın, neden sokaktasın, yaşlısın, bu vakitte neden dışardasın?” gibi tavırlardan oluşuyor. Ya da bambaşka bir örnek, “Yaşlısın bunu neden giyiyorsun?”, “Yaşlısın bunları neden yapıyorsun?” gibi şeyleri de çok duyuyoruz. Tüm bunlar gösteriyor ki yaşlılarla ilgili kafamızda bazı kalıp yargılar var. Bir insan belli bir yaştan sonra şunları şunları yapabilir, şunları şunları yapamaz diye kalıplar oluşturmuşuz. Ve maalesef Türkiye toplumunda bu kalıplar çok katı, özellikle kadınlar için. Biz kimlikleri bazen tekil tekil konuşuyoruz ama sosyolojik olarak hepimiz çoğul kimliklere sahibiz. Çünkü bir insan aynı zamanda yaşlı, aynı zamanda kadın, aynı zamanda mülteci olabiliyor. Mesela Türkiye’de 65 yaşın üzerinde bir erkekseniz, kamusal hayata katılmanız daha kolay. En basitinden camiilere, çay ocaklarına, kahvehanelere gidebiliyorsunuz. Ama mesela orta sınıf, orta-alt sınıf ya da alt sınıftan bir kadınsanız kamusal hayata katılım olanaklarınız çok sınırlı. Çünkü deniyor ki, kadınlar bunları bunları yapamaz, oraya gidemez, bunu giyemez… İnsanlar bunları ayrımcılık olarak görmüyorlar, ama maalesef bizim topladığımız bütün hikayeler bu durumun yaşlılar için büyük bir sorun yarattığı ve ayrımcılık oluşturduğu yönünde.
“Hepimiz farklıyız, kimimiz mülteciyiz, kimimiz kadınız, kimimiz yaşlıyız, kimimizin anadili farklı vs. Dolayısıyla farklı özelliklerimiz var ve farklı ihtiyaçlarımız söz konusu. Kapsayıcılık bize şunu der: ‘İnsanları kapsayabilmek için sistemdeki ayrımcılığı azalt, insanların farklı ihtiyaçlarını gör ve buna göre tasarım yap.’”
YY: Türkiye’de ilk Covid vakasına rastlandığından beri dijital araçları daha sık kullanır olduk, uzaktan ya da online çalışma biçimi hayatımızda önemli bir yer edindi. Dijital araçların kullanımındaki artışla beraber “erişilebilirlik” konusu da yeniden gündeme geldi. Körler bu bakımdan çeşitli güçlüklerle karşılaştı, nitekim sağırlar da öyle… Engellilerin, farkındalık çalışması yapanların ve hak temellilik üzerine kafa yoran kişilerin söylediği pek çok şeyi yeni yeni konuşmaya başladık. Aslında onlar yıllardan beri sorunun ve çözümünün ne olduğunu söylüyorlar… Gerek bireysel, gerek toplumsal olarak “kapsayıcılık” bakımından neden geriden geliyoruz?
KÇ: Eşitlik kavramını, farklılık kavramını, ayrımcılık kavramını hem bilimsel hem de kamusal düzeyde sanki yeterince sorgulamıyoruz ve konuşmuyoruz. Misal, bu alanda ayrımcılıkla ilgili bir kitap derlemeye başladığım zaman, 2010’ların başlarındaydı, fark ettim ki bu alandaki birçok çalışma ya çeviri ya da uluslararası kaynaklardan oluşuyor. Türkiye’deki kaynaklar çok azdı. Hatta yaş ayrımcılığıyla alakalı çalışmalara bakmıştım, neredeyse yoktu. Bizler eşitliği insanlara eşit davranmak, aynı davranmak olarak düşünüyoruz. Halbuki hepimiz farklıyız, kimimiz mülteciyiz, kimimiz kadınız, kimimiz yaşlıyız, kimimizin anadili farklı vs. Dolayısıyla farklı özelliklerimiz var ve farklı ihtiyaçlarımız söz konusu. Kapsayıcılık bize şunu der, insanları kapsayabilmek için sistemdeki ayrımcılığı azalt, insanların farklı ihtiyaçlarını gör ve buna göre tasarım yap. Bu çok da kolay bir şey değil. Tasarımı konuşurken tekillikten kurtulmak gerekiyor. Örneğin, şunu engelliler için ya da şu kişiler için yaptık, demek bugünün koşullarında eksik bir ifade. Herhangi bir tasarım, buna evrensel tasarım diyoruz, çeşitliliği kapsayacak şekilde olduğu zaman bundan herkes yararlanıyor. Engellilere yönelik bir rampa yapılıyorsa, pusetle çocuğunu taşıyan bir ebeveyn de o rampayı kullanıyor, dizinden ameliyat olmuş biri de kullanıyor. Fotoselli kapılar yapıyorsak, onu kolu olmayan insanlar da kullanıyor, elinde poşet taşıyan engeli olmayan birey de ondan yararlanıyor. Bu yüzden kapsayıcılığı sadece ayrımcılıkla ilişkilendirmemek lazım. Kapsayıcılık farklılıklarla birlikte yaşayabilmek için önemli.
YY: Bazen kişilerin birden fazla ayrımcılık boyutuyla karşı karşıya kalmasına da denk geliyoruz, sosyolojik olarak siz de çoklu kimliklerle sahip olduğumuzdan söz ettiniz… Mesela kişinin kör bir mülteci kadın olduğunu varsayalım. Kör olduğu için kapsanmama, mülteci ve kadın olduğu için ayrımcılığa uğrama ihtimali çok yüksek. Bu durum hukuk için de zorlayıcı sanırım. Böyle bir durumda kişinin kör olduğu için mi yoksa kadın ya da mülteci olduğu için mi ayrımcılığa uğradığını belirlemek ve bunun üzerinden bir değerlendirme yapmak da biraz zorlaşıyor.
KÇ: Buna kesişimsellik diyoruz ve son dönemlerde ayrımcılık konusu bu kavram üzerinden sıkça konuşulmaya başlandı. Bizler farklı özelliklere sahibiz ve bazen bu özellikler birbirini kesebiliyor, verdiğiniz örnekte olduğu gibi. Türkiye’de mevzuatta da geçiyor, çoklu temelde ayrımcılık denen bir kavram var. Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu’nun yasasına bakıldığı zaman orda da “çoklu temelde ayrımcılık” diye bir kavrama yer verildiği görülebilir. Ayrımcılığı tartışırken, tek temelde ayrımcılığa uğramadığımız gerçeğini konuşmak önemli. Soruyu sorarken, kör bir kadının ayrımcılığa uğrama ihtimali dediniz, ihtimal değil bu bir gerçek. Toplumsal Haklar ve Araştırmalar Derneği’nin yaptığı bir araştırma kör kadınların ne kadar şiddete ve tacize uğradığını çok ciddi bir şekilde ortaya koyuyor örneğin. Dolayısıyla ayrımcılığın ya da kimliklerimizin tekil olmadığını kavramak ve bununla mücadele ederken de az evvel konuştuğumuz gibi farklı özelliklerimizi kapsayacak tasarımlar yapmak, böyle sistemler geliştirmek çok önemli. Bu soruyla bunun altını çizdiğiniz için ben de teşekkür ederim.
“Kapsayıcı toplum, ihtiyaçları gözeten, sorun olduğu zaman sorunları demokratik mekanizmalarla çözdüğümüz, farklı olduğumuzu reddetmeden ama farklılıklarla birlikte yaşadığımız bir toplumdur, ben buna birlikte yaşam diyorum.”
YY: Kapsayıcılık şemsiye bir terim gibi. Farklı alanlarda, farklı farklı boyutlarda tartışılan bir mesele. Teknoloji ve tasarım için ayrı, eğitim için ayrı, siyaset için ayrı ayrı ele alınıyor. Hatta son zamanlarda moda sektöründe de çok ciddi konuşulan bir konu haline geldi… Kapsayıcılık konusunu odağa alan sektörler tasarım süreçlerinde tek tipleştirme ya da prototip olarak belli bir şeye odaklanma hatasına çok düşüyorlar sanki. Örnek vermek gerekirse, bir araba markası ürettiği arabaları kaza testlerine sokarken, araç içerisindeki koltuklara erkek bedeni yerleştiriyordu. Arabayla ilgili bütün iyileştirmeler de, emniyet kemerinin açısından tutun da airbaglere kadar bu testlerden sonra yapılıyordu. Sonra fark edilmiş ki, kaza durumlarında kadınların hem yaralanma hem de ölüm oranları erkeklerinkinden daha yüksek bir yüzdeye sahip. Sebeplerinden birinin ve en büyüğünün, prototip beden olarak erkek bedenini dikkate almaları olduğu sonucuna varmışlar ve sonradan düzeltmek için çalışmalar yapmışlar. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Örneğin şehirlerin, yaşlılar ve engelliler için erişilebilirliği hala bir sorun… Tüm bunları düşününce, nerede hata yapıyoruz? Bu alanların, sektörlerin temsilcilerine neler söylemek istersiniz?
KÇ: Bazen neden ayrımcılığı konuşmuyoruz da kapsayıcılığı bu kadar konuşuyoruz gibi itirazlar geliyor. Şunun altını çizmek lazım. Ayrımcılıkla mücadele etmek, ayrımcılığı azaltmak kuşkusuz hepimizin ödevi. Ama ayrımcılığı azaltmak, mesela gruplar arası çatışmaları, bireylerin birbiri arasındaki ayrımcı söylem ve tutumları azaltmak, otomatik olarak kapsayıcı ve ihtiyaçlarımızın göründüğü bir toplum ortaya çıkarmaz. Ayrımcılıkla mücadele kuşkusuz önemli, ama bir sosyolog olarak benim için farklılıklarla birlikte nasıl bir toplumda yaşayacağımız da önemli. Kapsayıcılık konusu ilk başta bana bunu düşündürüyor. Bütün kapsayıcılık tartışmalarında en çok vurgulamaya çalıştığım şey şu; kapsayıcılığı merkezdekilerin diğerlerini, dışarda kalanları kapsaması gibi düşünüyorsak, çok temel birkaç şeyi gözden kaçırıyor ve hata yapıyoruz demektir. Çünkü nelerin ve hangi mekanizmaların o insanları, kadınları, engellileri ya da diğer kimlikleri dışarda bıraktığını sorgulamamız gerekir. Bunu yaptıktan sonra farklı ihtiyaçları görecek bir sistem hayal etmeliyiz. Kapsayıcı toplum, ihtiyaçları gözeten, sorun olduğu zaman sorunları demokratik mekanizmalarla çözdüğümüz, farklı olduğumuzu reddetmeden ama farklılıklarla birlikte yaşadığımız bir toplumdur, ben buna birlikte yaşam diyorum. O yüzden tüm alanlara, sektörlere herhalde bunu söylemek isterdim. Onlara, güç merkezlerini, güç ilişkilerini, dışlanmayı sorgulamaları gerektiğini söylerdim.
YY: Kapsayıcılık ve eğitim ilişkisini nasıl değerlendirmek gerekir? Eğitimciler neleri gözetmeli sizce?
KÇ: Sosyoloji ve Eğitim Çalışmaları Merkezi’nde ve birlikte çalıştığımız Öğretmen Ağı’ndaki işlerimizde de görüyoruz ki, hep birlikte yerleştirmeye çalıştığımız kapsayıcılık değeri, bize başka bir pencere açıyor. “Eğitimde kapsayıcı olacağım, bulunduğum alanda ve mekanda bunu yapacağım” dediğinizde, örneğin bir öğretmenseniz, en başta “Benim tasarladığım ders acaba sınıftaki farklı öğrenenlerin ihtiyaçlarını karşılıyor mu?” sorusunu kendinize sormanızı gerektiriyor. Ya da bu örneği çoğaltalım, “Tasarladığım bu okul, okuldaki her bir bireyin ihtiyacına uygun mu?” ya da “Yayınladığım bu ders kitabı farklı öğrenenlerin ihtiyacına uygun mu, yeterince erişilebilir mi?” gibi… Tüm bunları sorgulayınca, bazen de şöyle şeyler duyuyoruz: Peki ama herkesin ihtiyacını karşılayabilecek miyiz? Kapsayıcılık bir adalet arayışıdır, kapsayıcılık bir süreçtir. Bazen çeşitli buluşmalarda, etkinliklerde duyuyorum. “Hocam bunu yaptım ama kapsayıcılığı tam beceremedim”… İhtiyaçların ve dahası toplumun dinamik olduğunu gözetirsek, kapsayıcılık bakımından mesele edindiğimiz şeylerin de bu doğrultuda değişken olduğunu söyleyebiliriz. Bu yüzden kapsayıcılığın “süreç” yönünü göz ardı etmememiz gerekiyor. Örneğin mültecilik meselesi bir dönem gündemimizde bu kadar yoktu. Ama 2012’den bu yana da mülteci öğrenciler var. Yarın öbür gün kapsayıcılık odağında başka bir ihtiyaç doğacak örneğin… Dolayısıyla toplumlar nasıl dinamikse, kapsayıcılık ve eğitim de o kadar dinamik. Değerli olan şey, farklı ihtiyaçları nasıl gözetebilir, çocukların ve benim bulunduğum ortamı nasıl mutlu kılabilirim, sorusunun peşinden gitmek.
YY: Eğitimde kapsayıcılık söz konusu olunca benim aklıma doğrudan öğretmenler geliyor. Sebebi de hem bu mesele odağında kilit bir rolleri olması, hem de bunun onlara önemli bir sorumluluk yüklemesi. Yıllardır da hem eğitim alanında STK’larla hem öğretmenlerle ayrımcılık-kapsayıcılık gibi konularda çalışmalar yapıyorsunuz. Gözlemleriniz neler?
KÇ: Bazen öğretmenler kendi ihtiyaçlarının ötesinde bir kapsayıcılık düşünüyorlar. Öğrenci ve öğrenen için kapsayıcı bir ortam yaratmaya ve sürdürmeye kafa yorarken, bazen kendi ihtiyaçlarını göz ardı edebiliyorlar. Eğitim denince çoğunlukla aklımıza öğrenciler ve onların ihtiyaçları geliyor. Oysa böyle değil, öğretmenler var, ebeveynler var, okul ortamı var… Öğretmenlerden söz ederken, aslında çok geniş bir mesleki topluluktan söz ediyoruz. Bu toplulukta birbirinden farklı ve farklı ihtiyaçları olan öğretmenler var, ama bazen bu ihtiyaçları göz ardı ediliyor. Oysa bugün eğitimin en önemli konularından biridir öğretmenlerin ihtiyaçları. Maalesef çok merkezi ve çok tepeden inmeci politikalarla eğitim alanı dizayn edildiği için, çoğu zaman bu ihtiyaçlara dönük bir politika güdülmüyor. Oysa kendi ihtiyaçlarını, sahanın ihtiyaçlarını en iyi bilen kitle de öğretmenler. Öğretmen Ağı’nı kurarken yapmaya çalıştığımız şeylerden ilki öğretmenlere sormak, onlara danışmaktı. Bazı öğretmenlerin buna şaşırdığını dahi gördük o zamanlar. Bunu yapmak zorundaydık, çünkü Ağ’da merkeziyetçi bir yapı yok. Öğretmenler kendi ihtiyaçlarını kendileri tespit etsin ve bu ihtiyaçlara yönelik çözümler, prototipler geliştirsin istedik ve bunu sürdürdük. Öğretmenlerle yaptığımız bugünkü çalışmalarda da gözettiğimiz en temel şey bu oldu. Şuraya bağlamak istiyorum, Türkiye’de kapsayıcı bir eğitim için biraz felsefeyi sorgulamamız gerekiyor. Çok fazla moda kavramlar var eğitimde, 21.yy becerileri gibi. Bunlar kuşkusuz değerli şeyler ama eğitimi nasıl bir felsefeyle yürüteceğimiz daha öncelikli bir meseleymiş gibi geliyor. Kapsayıcılık biraz da bu felsefeyi sorgulamaktan geçiyor bana kalırsa.
“Eğitimde temel ödevimiz bence normal olanı sorgulamak. Çünkü ‘normal’ olan, aslında hakim grupların normudur.”
YY: Kapsayıcılık bakımından iyi örneklere bakınca, benim aklıma İrem Afşin ve Oğlu Nâzım’ın hikayesi ve onların Gönül öğretmenle kurduğu ilişki geliyor. Bundan birkaç ay önce Nâzım’ın yazdığı bir tivit serisi düşmüştü önüme. O paylaşımında, ilkokul öğretmeni Gönül Sözöz’ün kendisine nasıl destek olduğunu ve yaklaşık sekiz okuldan geri çevrildikten sonra Gönül öğretmeni ve okul müdürü Hasan öğretmen sayesinde okula nasıl başladığını hatırlatıyor… Gönül öğretmen, hiç otizmli öğrencisi olmamış 25 senelik ilkokul öğretmeniymiş. Ve o dönem, burası beni çok etkiledi, “Çok çocuk okuttum, otizm bilmem, ama anlatırsan okuturum” demiş İrem Afşin’e. Çok vakur, tertemiz bir yaklaşım değil mi? Bu hikayeden hareketle, öğretmenler ve eğitimin paydaşlarına kapsayıcılık bakımından ne tür ödevler düşüyor hocam?
KÇ: Bundan birkaç sene önce bir grup öğretmenle, engellilik odaklı kapsayıcı eğitim çalıştık. Okullara araştırmacılarımız girdi, engelli öğrencilerin sınıfla nasıl tanıştırıldığını merak ettik mesela. Şöyle tanıştırılıyor, “arkadaşlar aranıza yeni bir arkadaşınız gelecek, o sizden biraz farklı.” Otizm meselesi, Nâzım’ın hikayesi bana biraz o günleri hatırlattı… Evet Nâzım farklı ama bu bazen etikete dönüşüyor. Biz mesela sözünü ettiğim çalışmada metodolojik olarak sınıftaki herkesin farklılığını ortaya çıkarmaya çalıştık. Sadece Nâzım değil ki herkes farklı, örneğin kimisi gözlük takıyor, kimisi yazarak öğreniyor, kimisi dokunarak öğreniyor… Çeşitliyiz ve birbirimize benzemeyen çeşitli yanlarımız var. Otizm de bir nöroçeşitlilik aslında. Eğitimde temel ödevimiz bence normal olanı sorgulamak. Çünkü “normal” olan aslında hakim grupların normudur. Örneğin Türkiye’de Türkçe konuşuyorsanız hakim gruptasınızdır, erkekseniz hakim gruptasınızdır ya da sünni iseniz hakim gruptasınızdır, bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Mesela bu saydığım grupların yaşantıları, yaşayış biçimleri “normal” kabul edilir. Neden, çünkü hakim gruplardır. Fakat bilimsel olarak buna “normal” demek doğru olmaz, zira bu tarihseldir. Dolayısıyla normalliği sorgulamak gerekiyor. Kendi ihtiyaçlarımızı gözeteceğimiz ortamlar kurmak da dahil, farklı ihtiyaçları, farklı varoluşları görmek ve eğitimi de bu ölçekte düşünmek, ortamları bu doğrultuda tasarlamak temel ödevimiz. Ve bu hiç de zor değil, sorarak başlamak gerekiyor. Nâzım’dan açtın, o örnekten devam edelim, Nâzım’a “Neye ihtiyacın var?” diye sormak mesela.. Öğrenciye “Neye ihtiyacın var?” diye sormak ve aynı zamanda öğrencinin bize, öğretmenlere “Neye ihtiyacın var?” diye soracağı alanlar açmamız gerekiyor. Bu kültürü oturtabilirsek, bütün eğitim süreçleri için mutlu ve özgüvenli bireyler yetiştirebiliriz ve mutlu bir toplumun oluşmasına katkı sunabiliriz gibi geliyor bana.
YY: Kapsayıcılığı bu kadar konuştuk, hem bu röportaj serisiyle uyumlu, hem de tüm konuştuklarımızın özeti olarak sorayım: Kapsayıcılık neden önemli?
KÇ: Kapsayıcılık, bizim kişisel mutluluğumuz için önemli. Farklı ihtiyaçlarının gözetildiğini ve bu anlamda bir şeyler yapıldığını hisseden insan psikolojik olarak, sosyolojik olarak daha özgüvenli ve mutlu bir birey haline geliyor. Birbirine güvenen yurttaşlar yetiştirebilmemiz için de kapsayıcılık önemli. Türkiye’de güven endeksi çok düşük. İnsanlar ihtiyaçlarının karşılanmadığını düşünüyorlar ve bu yüzden birilerini suçluyorlar, güvenlerini kaybediyorlar. Fakat bu bireysel olarak çözeceğimiz bir şey değil, bu sistemsel bir sorun. Kapsayıcılık, sistemi sorgulamak için önemli. Kapsayıcılık, “Normal nedir?” sorusunu sormak, normal olanı sorgulamak için önemli. Tüm bunların bir bütünü olarak, birarada ve birlikte yaşayabilmek ve barış için önemli. Kapsayıcılık bir süreç ve arayıştır aslında, bu yüzden önemli.
Kenan Çayır Hakkında
Kenan Çayır İstanbul Bilgi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde öğretim üyesi ve Sosyoloji ve Eğitim Çalışmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi müdürüdür. Çayır, Lisans ve yüksek lisans eğitimini Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde tamamladı. Doktora derecesini Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden aldı. İngiltere’de Leeds Üniversitesi Vatandaşlık ve İnsan Hakları Eğitimi Merkezi’nde ve Almanya’da Georg-Eckert Uluslararası Ders Kitapları Enstitüsü’nde doktora sonrası çalışmalar yaptı. Avrupa Konseyi ve EIP Sloveyna’nın ortaklaşa düzenledikleri insan hakları eğitimi seminerlerine ve Gürkaynak Yurttaşlık Enstitüsü’nün eğitici eğitimi seminerlerine katıldı; bu alanda sertifikalar aldı. Milli Eğitim Bakanlığı ve Eğitim Reformu Girişimi’nin birlikte düzenledikleri “Düşünme gücü” adlı öğretmen eğitimi projesinde uzman eğitici olarak çalıştı. Ders kitapları, yurttaşlık, insan hakları eğitimi üzerine çalışmakta, Öğretmen Ağı’na içerik danışmanlığı yapmaktadır. Çalışmalarından bazıları şöyledir: “Biz” Kimiz? Ders Kitaplarında Kimlik, Yurttaşlık, Haklar (İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları, 2014); Ayrımcılık: Çok Boyutlu Yaklaşımlar, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2012, M. A. Ceyhan ile birlikte der.); Ayrımcılık: Örnek Ders Uygulamaları, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2012, A. Alan ile birlikte der.); Eğitim, Çatışma ve Toplumsal Barış: Türkiye’den ve Dünyadan Örnekler (İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları, 2010).
Yakup Yıldırım Hakkında
Tarsus’ta doğdu. Liseyi burada tamamladıktan sonra üniversite eğitimi için İstanbul’a geldi. 2015 yılında İstanbul Üniversitesi İşletme bölümünden mezun oldu. 2018 yılında Bilgi Üniversitesi İnsan Hakları Hukuku yüksek lisansına başladıysa da son döneminde okulu bıraktı.
Üniversite yıllarında sivil alanla tanıştı. Çeşitli sivil toplum kuruluşlarının çalışmalarının içerisinde yer aldı, yönetim kurulu üyeliği yaptı. İnsan Hakları, çocuk hakları, onarıcı adalet ilgi duyduğu ve hala çalıştığı alanlar. Sivil alan ve sivil toplum kuruluşlarıyla ilişkisine devam ediyor.
Doğuş Grubu’nda insan kaynakları departmanında iki buçuk yıl çalıştan sonra buradan ayrılıp Öğretmen Ağı’na dahil oldu. Ağ’da Operasyon ve Bütçe süreçlerini yürütmenin yanı sıra Öğretmen Ağı podcastlerinin sunuculuğunu yapmaktadır. Ayrıca içerik ve haber sunuculuğunun yanında, freelance seslendirme yapmakta ve podcast üretmektedir.
Öğretmen Ağı; öğretmenlerin, meslektaşları ve farklı disiplinlerden kişi ve kurumlarla bir araya gelerek güçlendiği bir paylaşım ve işbirliği ağıdır. Ayrıntılı bilgi için tıklayın.