“Maarif, Müfredat ve Antropolojik Kültür” | SEÇBİR-Öğretmen Ağı Akademi Buluşmaları IV
Besim Dellaloğlu* ile buluşma üzerine
Yazar: Melisa Soran, İstanbul Bilgi Üniversitesi Sosyoloji ve Eğitim Çalışmaları Merkezi (SEÇBİR)
SEÇBİR ve Öğretmen Ağı olarak günümüz sorunlarını ve bu sorunların eğitime olan yansımalarını disiplinlerarası bir bakış açısı ile ele aldığımız Akademi Buluşmaları’nın bu yılki ilk buluşmasında 17 Ekim Perşembe günü Besim Dellaloğlu ile bir araya geldik. Eğitimi Türkiye’nin modernleşme serüveni ve farklı kesimler arasındaki kültürel hegemonya mücadelesi açısından ele aldık.
Yeni Maarif Modeli’nin açıklanması kamuoyunda yoğun tartışmalara yol açtı. Her şeyden önce “maarif” kavramının kendisi tartışma yarattı. Bu kavramı kimileri “bizim medeniyetimiz”e ait bir kavram diye sahiplenirken, kimileri eski ve “biz”e yabancı bir kavram diyerek eleştiriyor. Besim Dellaloğlu belli mahalleleri ve belli ideolojik kampları temsil eden kelimelerin Türkçe’de oldukça fazla olduğu tespitini yaparak başlıyor; ardından müfredat ve maarif kavramlarını kendisinin de kullandığını ve bu kavramlara “eski Türkçe ve sağ ideolojinin kelime haznesi” olduğu gerekçesiyle itirazlar geldiğini belirtiyor. Hemen ardından, erken Cumhuriyet döneminde de maarif kavramının kullanıldığını ve Hasan Ali Yücel’in Maarif Bakanı olduğunu hatırlatıyor; millî eğitim kavramına ise Demokrat Parti dönemi ve sonrasında geçildiğini not düşüyor.
“Maarif”i, Almanca “Bildung” kavramından esinlenerek, “birey, toplum ve kültür inşa etmek” olarak tanımlıyor. Modern zamanlarda yaygınlaşan zorunlu eğitim ile birlikte ulus-devletler yurttaşlarını aynı okullarda aynı eğitime tabii kılmaya başlıyor. “Müfredat”ı ise, “kanon” kavramını karşılar şekilde, “okulda zorunlu eğitim kapsamında çocukların önüne konan içeriklerden çok bir toplumun bütün kültürel beslenme kaynakları” olarak açıklıyor. Yani kamusal alanda yer alan bütün kültür, sanat, edebiyat ve fikir ürünleri toplamı olarak ele alıyor. Böylesi kapsamlı bir müfredat, seyredilen filmleri, okunan kitapları, dinlenen müzikleri, gidilen sergileri de içeriyor. “Klasik” yerine “kanon” kavramını tercih etmeyi önemsediğini çünkü kanon dediğimizde bugünün yapıtlarını da klasiklerle birlikte değerlendirebileceğimiz bir müfredatın mümkün olabildiğini ekliyor. Kültürel Çalışmalar geleneğinin kurucularından Raymonds Williams’a atıfla kültürün üç farklı çerçevede ele alınabileceğini ve maarif ile müfredatın yanı sıra bir boyutun da “antropolojik kültür” olduğunu belirtiyor. “Antropolojik kültür” ise “içerisine doğduğumuz, seçemediğimiz, aileden, çevreden genetik olarak alınan kültür” olarak tanımlıyor. Müfredat, antropolojik kültürden sonraki kültür dalgasını oluştururken, en son dalga kültür ise maarif, dar anlamıyla zorunlu eğitim oluyor.
Besim Hoca, Yunan müfredatının Yunanca’dan Latince’ye çevrilmesiyle başlayan Rönesans ile birlikte Avrupa’da, 300 yıl önce bir kanon, bir müfredat oluştuğunu anlatıyor. Yani Avrupa’da maarif başlamadan önce hazır bir müfredat var. Dolayısıyla “Avrupa ulus-devletleri yurttaş prototiplerini işte bu kamusal alandan devşirebilmiş ve zorunlu eğitimle de toplumsallaştırmışlardır” diyor. Ancak Türkiye gibi modernleşme toplumlarında ise maarif gündeme geldiğinde kamusallaşmış bir müfredatın hâlihazırda mevcut olmadığına işaret ediyor. Kamusallaşmış bir müfredatın eksikliği ise maarif ile antropolojik kültür arasındaki sürekliliğin sağlanamamasına ve mesafenin açılmasına neden oluyor.
Shakespeare hangi siyasi görüşten hangi sınıftan olursa olsun İngilizler için, Goethe de Almanlar için kanonun parçası olabilmiştir. Türkiye’nin modernleşme tarihinde ise böyle bir müfredat oluşmamıştır. Besim Hoca’ya göre sağ ve sol kesimin ayrı “paralel kanon”ları olmuş, “ortak bir klasik seti” olamamıştır. Hal böyle olunca, bir yanda Nazım Hikmet öte yanda Necip Fazıl duruyor; ancak her ikisi de “mahalli ikonlar” olarak kalıyor ve Shakespeare veya Goethe gibi “ulusal kanon”un bir parçası olamıyor.
Bir diğer önemli tespit ise, Türkiye gibi bir modernleşme toplumlarında telaşla ve aciliyet içerisinde “dar uzman yetiştirme anlayışı”nın hâkim olması. Besim Hoca, bu anlayışın eğitim sisteminin genetiğine işlediğini ve hâlâ günümüzde devam ettiğini söylüyor. İnsan kalitesini yükseltecek ek donanımlardansa belli bir uzmanlık için gerekli olan teknik yeterlilikleri önceleyen bu anlayışın sonucunda, genel insan kalitesini yükseltecek donanımlar -sanatsal ve estetik zevkler, felsefe merakı- edinilemiyor. Böylece, maarifin antropolojik kültürü dönüştürme kapasitesi azalıyor ve hangi mahalleden olursa olsun ortalama insan kalitesi de düşüyor.
Eğitimdeki krizin yapısal boyutlarına ilişkin derinlikli çözümlemeler yapmadan kronik sorunlara çözüm bulunamayacağına dikkat çekiyor. Uzun vadeli bir perspektifle kaliteli bir eğitim sisteminin inşasını zorunlu görüyor. Bu inşa sürecinde ise, Türkiye’de hem sağ hem de sol kesimin geçmişle ve gelenekle sorunlu bir ilişki kurduğu notunu düşerek, “paralel” değil “ortak” bir kanon yaratmak için “çağdaş yapıtların oranının daha yüksek” olduğu ve “bugünden geçmişe doğru” hareket ettiğimiz bir yol öneriyor.
SEÇBİR-Öğretmen Ağı Akademi Buluşmaları, akademide yürütülen çalışmaların ve üretilen bilgilerin öğretmenler başta olmak üzere eğitimle ilgilenen herkesle, öğretmenlerdeki deneyimin ise akademiyle paylaşılmasını amaçlamaktadır. Farklı disiplinlerden akademisyenlerin farklı branşlardan eğitimcilerle bir araya gelmesiyle günümüzün sorunlarına disiplinlerarası bir bakış geliştirmeyi de hedeflemektedir. Çevrimiçi ortamda gerçekleşecek buluşma serisi öğretmenler, akademisyenler, sivil toplum çalışanları ve gönüllüleri başta olmak üzere eğitimle ilgilenen herkesin katılımına açıktır.
*Prof. Dr., Sosyolog